20 Ekim 2010 Çarşamba

pencere kenarında oturmuş dışarıda olup biteni izliyordu. aynı anda birbirinden habersiz üç kadın, kırmızı montlarıyla geçip gittiler. gözünün değdiği son noktadaufalıp kaybolan kadın, yaptığı sihirden habersiz, bambaşka bir hikayeye yol alıyordu. iyi bir hikayede figüran olmayı, kötü bir hikayede baş rol oynayarak elinin tersiyle itti.
yaklaşan şeyden habersiz, etrafı izlemeye devam etti. güvercin peşinde koşa çocuğun kaygısızlığına duyduğu özlem, izlerin silikleştiği bir yola soktu onu. gözlerinin daldığı noktadan içeri giren, uzun, karanlık bir yol...
daha önce binlerce kişinin geçtiği ancak tek bir ayak izinin dahi bulunmadığı karanlık yol onu korkutmuştu. öylece durup duruma alışmaya karar verdi. karanlıkta büyümüş gözleriyle kayıtsızca etrafına baktı. bir çıkış yolu bulmaya çalışıp, düşünmeye başladı. düşünmenin yeterli olmadığını deneye yanıla öğrenmişti. düşünerek bir sonuca ulaşamayacağını anladığında, bir çıkış yolu bulmak için tekrar düşünmeye başladı. koyu karanlık yüzünden bir yere kıpırdayamıyor, çaresizliğin pençesinde kıvranıyordu. çaresizliği arttıkça kendini ufalmış, değersizleşmiş, yok olmuş hissediyordu. varlığını ispat etmek istercesine yüzüne bacaklarına dokundu. maddesel bir varlığın işe yaramadığını anlayınca, bir kaç sözcük yankılanmaya başladı. decartes doğru mu söylüyorudu acaba. düşünmek var olmaya yeter miydi?
yoldan geçen arabaları sayar onları renklerine göre ayırırdı. yedi tane kırmızı araba gördüğünede o günün şansına inanır, bu şansa güverenerek hiç bir şey yapmazdı. yedi kırmızı araba, 12 siyah araba ya da diğerleri hepsi bir oyundu ve onu içinden çıkılmadığı diğer oyunlardan uzaklaştırıyor, düşünmeyen öylece kalmasını sağlıyordu.
düşünmeden geçirdiği zamanların artması için bazen oyunlar yetmiyordu. o zamanlarda dua etmek en kolay çözüm gibi gelirdi. öyle ki bazı geceler sadece düşündüğü için sabahlara kadar uyuyamıyor, anlamın başka boyutlarında gezinmek zorunda kalıyordu.
bu yolculuk da onlardan biriydi belli ki. her yolculuk bir yerde sonlanmak zorunda değil diye düşündü. düşünüp neticelendiremediği onca şey gibi bir yolculuk da sonlanmayabilirdi. yol olduğu bile anlaşılmayan karanlık bir "an"da sonsuza kadar yaşamak zorunda kalabilir, var olmanın niteliğini sorgulayabilirdi. "o an" sorup cevabını alamadığı tek şey vardı; decartes doğru mu söylüyordu?
soruyu kendine tekrar sorduğunda, soru işaretinin bittiği yerde aydınlığın başlayacağını öngörememişti. birden etrafını aydınlatan ışıkla neye uğradığını şaşırmış, afallayıp kalmıştı. kopkoyu karanlığın yerini göz kamaştıran bir aydınlık almıştı. ancak ne sorusuna cevap bulabilmiş, ne de gerçekten "aydınlığa" ulaşabilmişti.
"an"lara yüklediği anlamdan vazgeçip, kavramları özgür bıraktığında varlığını dorulayan yolu bulup, ilerledi.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder